CUMHURİYETÇİLİK
Birçok yazarlar, cumhuriyeti hem bir devlet şekli, hem bir hükümet şekli olarak kabul etmektedirler. Devlet şekli olarak cumhuriyet, egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu bir devleti ifade eder. Devlet şekillerinin tasnifindekullanılan başlıca kriterlerden biri egemenliğin kaynağı olduğuna göre, cumhuriyetin bu anlamda bir devlet şekli olduğuna şüphe yoktur. Ancak cumhuriyet, aynı zamanda bir hükümet (devlet yönetimi) şekli olarak da kabul edilebilir. Bu anlamda cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşumunda veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet sistemini anlatır. Böylece cumhuriyet, seçim ilkesine dayanan bir hükümet sistemi anlamını taşımaktadır. Aslında, devlet ve hükümet şekli olarak cumhuriyet kavramlarının birbirleriyle çok yakından ilgili olduğu açıktır. Egemenliğin siyasî toplumun tümünde (millî bir devlette bu siyasî toplum elbette bir millettir) olduğu bir sistemde, devletin temel organlarının millet iradesinin ifadesi olan seçimlerle oluşması tabiîdir. Aynı şeklide, devletin temel organlarının seçimden çıktığı bir sistem, millî egemenlikten veya halk egemenliğinden başka bir ilkeye dayanamaz.
Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline dair Kanun," "Türkiye Devletinin şekl-i Hükümeti, Cumhuriyettir" demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak vasıflandırmıştı. 1924 tarihli Anayasa ise, "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" diyerek, cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli niteliğini vermiştir. Cumhuriyet, daha sonraki Anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihî önem dolayısıyle, bu ilkenin bir Anayasa değişikliği ile bile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlan-mıştır (1924 Anayasası, m.102; 1961 Anayasası, m.9; 1982 Anayasası, m.4).
Görülüyor ki, Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk'ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz millî egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir ye onun tabiî bir sonucudur. Gerçi günümüzün Batı anayasal monarşilerinde, hükümdarın devletin ve milletin birliğini temsil eden bir sembolden ibaret hale geldiği, bu ülkelerde etkin siyasî iktidarın tümüyle halk tarafından seçilen devlet organları tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Bu sebeple, egemenliğin kaynağı hakkındaki teorik düşünceler ve biçimsel kurallar ne olursa olsun, bu tür rejimlerde de millî egemenlik ilkesinin gerçekleşmiş sayılacağı ileri sürülebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8 Kasım 1924 tarihli birleşimindeki gensoru görüşmelerinde Mahmut Esat (Bozkurt) Bey tarafından ileri sürülen ve Atatürk'ün Nutuk'ta tasviple değindiği şu görüşler de benzer niteliktedir: "Hâkimiyeti milliye başka bir meseledir. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet-i idare, istibdat, yine başka birer meseledir. Bir kısmı eşkâl-i hükümettir. Diğeri milletin iradesinin infaz ve tatbikidir. Bu dört şekil içinde, muhtelif şekilde, hâkimiyeti milliyenin tatbik edildiğini görmekteyiz. Hattâ istibdatta bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla, binaenaleyh bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak lâzımdır. Hâkimiyeti milliye cumhuriyetin tekâmülü demek değildir. Çünkü hâkimi-yeti milliye şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir." Bununla birlikte, millî egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şeklinin, devlet başkanı da dahil olmak üzere, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği bir cumhuriyet olması gerektiği açıktır.
Millî egemenlikle cumhuriyet ilkesi arasındaki bu yakın ilişki gözönüne alındığında, Anadolu'da millî egemenliğe dayanan ve millet iradesinden kaynakla-nan bir rejimin kurulduğu anda, onun aslında bir cumhuriyet niteliği taşıdığını kabul etmek gerekir. TBMM Hükümeti, adı henüz konmamış bir Cumhuriyetten başka birşey değildi. Cumhuriyetin ilânına ilişkin TBMM görüşmelerinde milletvekili Abdurrahman Şeref Bey, bunu çok güzel ifade etmiştir: "Eşkâli hükümetin tadadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin."
Şüphesiz, bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin millî egemenlik ilkesine dayanan "demokratik" bir rejime sahip olduğunu göstermez. Kendisini cumhuriyet olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi ile hiç ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de bugün de pek çok Örnekleri vardır. Oysa, Atatürk'ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik cumhuriyetçiliktir. Atatürk'e göre "demokrasi prensibinin en asrı ve mantıkî tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder... Cumhuriyette, Meclis, Reisicumhur ve hükümet, halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki, kendilerini iktidar ve salâhiyet mevkiine, muayyen bir zaman için, getiren irade ve hâkimiyetin sahibi olan millettir; ve yine bunlar bilirler ki, iktidar mevkiine, saltanat sürmek için değil, millete hizmet İçin getirilmişlerdir. Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suiistimal eyledikleri takdirde, şu veya bu tarzda, millî iradenin, kendi haklarında dahi tecellisine maruz kalabilirler."
Klâsik devlet nazariyecileri, her devlet şeklinin, kendisine uygun bir davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını, bu ilkeye uyulmadığı takdirde devletin bozulaca-ğını ve çöküntüye gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu prensiplere, çağdaş siyasal bilim terminolojisine uygun olarak, bir siyasî rejimin dayandığı temel siyasî değerler sistemi adı da verilebilir. Bu konuda derin gözlemlerde bulunmuş olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu'ye göre, despotizmin (istibdat) prensibi korku, monarşinin prensibi şeref, demokrasinin (cumhuriyet) prensibi ise, fazilettir.' Atatürk, üstün sezgisiyle, Cumhuriyetin dayandığı ahlâkî prensibin "fazilet" olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir: "Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir ? Cumhuriyet, fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."
Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel değer ve zihniyet farklarından biri de, cumhuriyetin "vatandaşlık," monarşinin ise "uyrukluk" (tâbiiyet) kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaşmış olursa olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan birtakım ayrıcalık kalıntıları vardır. Meselâ monarşilerde hükümdarın şahsı, kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işleyemeyeceği ve hata yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği İngiltere'de bile bu ilke, "Kral hata yapamaz" (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların eşitliği ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları temeline dayanır. Cumhuriyette devlet, vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyetinin her türlü eşitsizliğe ve ayrıcalığa karşı oluşunu, aşağıda halkçılık ilkesini incelerken ayrıntılı olarak göreceğiz.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarihli "Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihen Tadiline dair Kanun," "Türkiye Devletinin şekl-i Hükümeti, Cumhuriyettir" demek suretiyle, cumhuriyeti bir hükümet şekli olarak vasıflandırmıştı. 1924 tarihli Anayasa ise, "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" diyerek, cumhuriyete bizce daha doğru olarak bir devlet şekli niteliğini vermiştir. Cumhuriyet, daha sonraki Anayasalarımızda da bir devlet şekli olarak ifade edilmiş ve Cumhuriyet ilkesinin modern Türkiye bakımından taşıdığı büyük ve tarihî önem dolayısıyle, bu ilkenin bir Anayasa değişikliği ile bile değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükme bağlan-mıştır (1924 Anayasası, m.102; 1961 Anayasası, m.9; 1982 Anayasası, m.4).
Görülüyor ki, Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk'ün devlet anlayışının temellerinden birini oluşturduğunu gördüğümüz millî egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir ye onun tabiî bir sonucudur. Gerçi günümüzün Batı anayasal monarşilerinde, hükümdarın devletin ve milletin birliğini temsil eden bir sembolden ibaret hale geldiği, bu ülkelerde etkin siyasî iktidarın tümüyle halk tarafından seçilen devlet organları tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Bu sebeple, egemenliğin kaynağı hakkındaki teorik düşünceler ve biçimsel kurallar ne olursa olsun, bu tür rejimlerde de millî egemenlik ilkesinin gerçekleşmiş sayılacağı ileri sürülebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8 Kasım 1924 tarihli birleşimindeki gensoru görüşmelerinde Mahmut Esat (Bozkurt) Bey tarafından ileri sürülen ve Atatürk'ün Nutuk'ta tasviple değindiği şu görüşler de benzer niteliktedir: "Hâkimiyeti milliye başka bir meseledir. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet-i idare, istibdat, yine başka birer meseledir. Bir kısmı eşkâl-i hükümettir. Diğeri milletin iradesinin infaz ve tatbikidir. Bu dört şekil içinde, muhtelif şekilde, hâkimiyeti milliyenin tatbik edildiğini görmekteyiz. Hattâ istibdatta bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla, binaenaleyh bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak lâzımdır. Hâkimiyeti milliye cumhuriyetin tekâmülü demek değildir. Çünkü hâkimi-yeti milliye şekil değildir. Ruh ve esas meselesidir." Bununla birlikte, millî egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şeklinin, devlet başkanı da dahil olmak üzere, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği bir cumhuriyet olması gerektiği açıktır.
Millî egemenlikle cumhuriyet ilkesi arasındaki bu yakın ilişki gözönüne alındığında, Anadolu'da millî egemenliğe dayanan ve millet iradesinden kaynakla-nan bir rejimin kurulduğu anda, onun aslında bir cumhuriyet niteliği taşıdığını kabul etmek gerekir. TBMM Hükümeti, adı henüz konmamış bir Cumhuriyetten başka birşey değildi. Cumhuriyetin ilânına ilişkin TBMM görüşmelerinde milletvekili Abdurrahman Şeref Bey, bunu çok güzel ifade etmiştir: "Eşkâli hükümetin tadadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin."
Şüphesiz, bir devletin adının cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının bulunması, mutlaka o devletin millî egemenlik ilkesine dayanan "demokratik" bir rejime sahip olduğunu göstermez. Kendisini cumhuriyet olarak vasıflandırdığı halde, gerçekte ne millet egemenliği ile ne demokrasi ile hiç ilgisi olmayan devletlerin, tarihte de bugün de pek çok Örnekleri vardır. Oysa, Atatürk'ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen cumhuriyetçilik değil, fakat demokratik cumhuriyetçiliktir. Atatürk'e göre "demokrasi prensibinin en asrı ve mantıkî tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından müntehap (seçilmiş) meclistedir. Millet namına her türlü kanunları o yapar. Hükümete itimat eder ve onu ıskat eder... Cumhuriyette, Meclis, Reisicumhur ve hükümet, halkın hürriyetini, emniyetini ve rahatını düşünmek ve temine çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki, kendilerini iktidar ve salâhiyet mevkiine, muayyen bir zaman için, getiren irade ve hâkimiyetin sahibi olan millettir; ve yine bunlar bilirler ki, iktidar mevkiine, saltanat sürmek için değil, millete hizmet İçin getirilmişlerdir. Millete karşı vaziyet ve vazifelerini suiistimal eyledikleri takdirde, şu veya bu tarzda, millî iradenin, kendi haklarında dahi tecellisine maruz kalabilirler."
Klâsik devlet nazariyecileri, her devlet şeklinin, kendisine uygun bir davranış ilkesine, bir prensibe dayandığını, bu ilkeye uyulmadığı takdirde devletin bozulaca-ğını ve çöküntüye gideceğini ileri sürmüşlerdir. Bu prensiplere, çağdaş siyasal bilim terminolojisine uygun olarak, bir siyasî rejimin dayandığı temel siyasî değerler sistemi adı da verilebilir. Bu konuda derin gözlemlerde bulunmuş olan ünlü Fransız düşünürü Montesquieu'ye göre, despotizmin (istibdat) prensibi korku, monarşinin prensibi şeref, demokrasinin (cumhuriyet) prensibi ise, fazilettir.' Atatürk, üstün sezgisiyle, Cumhuriyetin dayandığı ahlâkî prensibin "fazilet" olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir: "Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir ? Cumhuriyet, fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."
Cumhuriyet ile monarşi arasındaki temel değer ve zihniyet farklarından biri de, cumhuriyetin "vatandaşlık," monarşinin ise "uyrukluk" (tâbiiyet) kavramlarına dayanmasıdır. Ne kadar sınırlandırılmış ve anayasallaşmış olursa olsun, her monarşide geçmişten kalan ve çağdaş eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan birtakım ayrıcalık kalıntıları vardır. Meselâ monarşilerde hükümdarın şahsı, kutsal ve sorumsuz sayılır. Hükümdarın suç işleyemeyeceği ve hata yapmayacağı varsayılır. Demokratik rejimin beşiği İngiltere'de bile bu ilke, "Kral hata yapamaz" (the King can do no wrong) vecizesiyle ifade edilir. Cumhuriyet ise, bütün vatandaşların eşitliği ve devlet yönetimine eşit olarak katılmaları temeline dayanır. Cumhuriyette devlet, vatandaşların ortak iradelerinin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyetinin her türlü eşitsizliğe ve ayrıcalığa karşı oluşunu, aşağıda halkçılık ilkesini incelerken ayrıntılı olarak göreceğiz.
Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Konular
- Serbest Cumhuriyet Fırkası
- Sevr Antlaşması
- Sivas Kongresi
- Sosyal Alandaki İnkılaplar
- Türk-Sovyet Münasebetleri (1923 - 1932)
- Türk-Sovyet Münasebetleri (1932 - 1938)
- Soyadı Kanunun Kabulü
- Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin kaldırılması
- Şeyh Sait İsyanı
- Takrir-i Sukûn Kanunu ve İzmir Suikast Girişimi
- Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik
- Yeni Tarih Anlayışı ve Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşu
- TBMM'nin Açılmasından Sonra Meydana Gelen Askeri ve Siyasi Olaylar
- Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
- Türk Birliğinin Korunması
- Türk Devrimleri
- Türk-Fransız İlişkileri
- Türk alfabesinin kabulü
- Türk İnkılabının Dayandığı İlkeler
- Türk-İtalyan İlişkileri
- Türk Ordusu ve Milli Savunma
- Türk-Alman İlişkileri
- Türkiye Cumhuriyeti Antlaşmaları
- Türk-Fransız İlişkileri ve Hatay Meselesi
- Türkiye ve İngiltere İlişkileri
- Türkiye - İtalya İlişkileri
- Türk-Yunan İlişkileri
- Ulaştırma Alanındaki İnkılaplar
- Yunanlıların Anadoluyu İşgal Etmesi